Hamilik, 18. yüzyıl sonunda kaybolan, seküler bir takdis merciidir. Bu merci sayesinde sanatçılar, kendi iç dinamikleri olan bir seçkinler kitlesinin taleplerini karşılıyorlardı. Hamiliğin yok oluşuyla birlikte sanatçılar anonim kamunun öngörülemez arzularıyla baş başa kaldılar. Sanatın, kaba ekonomik zaruretlere indirgenemeyen, üstün, özgür ve çıkarsız bir yaratı ideolojisi olduğu fikri de aynı zamanlarda doğmuştur. Bunu, hamiliğin kaybolmasıyla kamunun kucağına düşen sanatçının romantik tepkisi olarak okumak gerekiyor. Zoraki şövalyelik. Sanatçı önceleri hiyerarşik olarak soylu hamilerinden -yani müşterilerinden- aşağı konumdaydı. 1850’lerdeki edebiyat ortamını düşünelim bir de. Alıcıların çoğu burjuvadır. Anonim, soyu sopu belli olmayan, öngörülemez, fazlasıyla heterojen bir kitle. Sanatçı böylesi bir topluluğun hem taleplerine hem de kendisine kayıtsız kalmaya mecbur kaldı. Kendini yalıtma her zaman daha fazla kendini yalıtmayı doğurur. Öyle de oldu. Menuet denen dans türünün akıbetini düşünelim. 17. yüzyıl civarında çıkmış, üç zamanlı, basit bir dans. Saray yaşamına ve sanat müziğine girdiği anda dans da müzik de incelikli hale gelmeye başlamış. Sonra yaylı çalgılar dörtlülerine, oradan da Haydn’ın senfonilere girmiş, Beethoven ile beraber de scherzo’ya dönüşmüş. Daha fazla yalıtma demek, dışarıdakilerin anlamakta zorlanacağı daha fazla kural demektir. Scherzo’nun menuet denen alelade, üç zamanlı dans müziğine atıf yaptığını kim anlayabilir ki? Hakiki ve müdanasız sanatın beratı: Anlaşılmazlık. Sanatçının ve eserinin anlaşılamazlığı; müminin dünyevi güçlüklerle sınanması gibidir. Bu güçlükler mümin için bir imtihan olduğu kadar öte dünyadaki selametinin de nişanıdır. Böylece sanatçıyı mümine denk tutmuş oldum. Öyleyse sanat da din gibi özerk bir yapı olmalı. Din profesyonelleri olmadan din, özerk bir yapı olamaz. Aynı şekilde sanatın özerk bir yapı olarak teşekkülü için sanat profesyonellerine ihtiyaç vardır. Profesyonelleşme, iş bölümü ve kurumsallaşmanın miladı hamiliğin son bulma zamanlarına yani 18. yüzyıl sonuna rastlar. Kimdir bu profesyoneller? Sanatçılar, profesyonel hamiler (ruhban sınıfı) ve eleştirmenler. Profesyonel hamiler, edebiyat alanında yayınevleri ve editörler, plastik sanatlarda küratörler ve galeri sahipleri, müzik alanında da plak şirketleridir. Bunların icazeti olmadan sanatçı kesilmek herkesin harcı değildir. Zannedildiği gibi profesyonel hamilerin görevi sanatçıyla piyasa arasında aracılık etmek değildir. Aksine, bu seküler takdis mercii piyasa ile sanatçı arasında, sanatçıyı kendi özgünlük arayışına hapseden bir bariyerdir. Arnold Hauser’in tespiti şahane:
”Piyasa koşulları elverişli olduğu sürece, bireysellik arayışı, özgünlük saplantısına evrilmez.”
Böylelikle sanat müziği yalnızca üreticilerden devşirilmiş bir kitleye hapsoldu. Eleştirmene de bu yüzden ihtiyaç duyuldu çünkü eleştirinin amacı eseri özümsemeyi kolaylaştırmaktır. Eser, kamudan uzaklaştığı ölçüde aracılara ihtiyaç duyar. Ve aracı sanatçıyla profesyonel hami, eserle alıcı arasındaki mesafeyi açar. Eseri anlaşılır kılar fakat bir yandan da eserin aracı olmadan anlaşılamayacağını sezdirir. Sanat kurumu (institution) içerisinde yer alan mercilerin otoritesi bu yolla pekişir. Kanonlaşmanın mekanizması budur. Kültürel meşruiyet böyle tesis edilir. “Ne tür müzikten hoşlanırsınız?” sorusunu ‘kültürlü’ “glam rock, bebop, etnik müzik” falan diye yanıtlarken kültürden nasibini alamamış sade vatandaşın “kulağa hoş gelen her şeyi” diye cevaplaması bundandır. Örneği pekiştirelim; sade vatandaş için -hiç dinlememiş bile olsa- Zeki Müren sanat güneşidir; eşsiz yorumcu, büyük ustadır. Bunun aksini yalnızca sanat kurumunun yetkili mercileri tarafından takdis edilen kişiler iddia edebilirler. ‘Kültürsüz’ “Zeki Müren Türk müziğinin canına okumuştur” derse zındık olurken kültürlü, verdiği aykırı cevapla muhalif yahut hizipçi olur. Zındık, meşru alandan kovulan bir profandır. Gayrimeşrudur. Ancak karşı meşruiyet tesis etmeye çabalayan hizipçi meşrudur. Hatta bu tutum, otorite tarafından tanınmanın eski ve iyi bilinen yollarındandır. Picasso’nun temsil nesnelerini resmederken onları deforme etmesi, o günün estetik ve hatta etik değerlerine ters düşmek demekti. Yani dönemin takdis mercilerine kafa tutuyordu. Günümüzde bu tutum içi boş bir efelenmeye dönüştü. İçi boş çünkü otoriteye kafa tutarken onunla çatışacak bir karşı meşruiyet koyamıyorlar ortaya. Öyleyse saldırdıkları otoriteyi tanıyorlar ve tanınmak istiyorlar. Kucağa alınmak için ağlayan bir bebeğin zırıltısına benziyor. Bu yüzden günümüz entelektüelini ve sanatçısını sık sık, kültür alanını avamlaştıranlarla yan yana görüyoruz. Karşı kutbunda ise kendini tümüyle yalıtmış -esasta veya görüntüde- bir cenah var. Geçtiğimiz günlerde süper kupa maçının iptali sonrası twitter’daki goygoyda gördük bu tutumu. “…Kemalist refleks…”, “…coğrafyanın kodları…“, “milliyetçilik”, “Benedict Anderson” laflarıyla kafa ütüleyen süper-cool entelektüeller, Ayşenur Hanım’ın da deyimiyle “sevinçte ve kederde” bile “bizimle birlikte olmadıklarını” göstermek istediler.
Yani? Hamiliğin ortadan kalkmasıyla birlikte sanat kurumu ile alıcıları arasında belirgin bir ayrışma hatta kültürel kopuş meydana geldi. Bu ikililiği en kaba, en net haliyle müzikte izleyebiliriz. Bir yanda suni şekilde ayakta tutulan, neredeyse tümüyle içine kapanık sanat müziği; öte tarafta kitle müziği. Diğer tabiriyle hafif müzik. Eskiden bu iki uç arasında bir dizi ara form vardı:
Üreticilerden oluşan son derece kapalı bir cemaate mahsus avangard eserler
Üreticiler nezdinde kabul görmüş yahut dışlanmamış avangard eserler
Üretici olmayan seçkin sınıfa hitap eden eserler
Orta sınıfın entelektüel fraksiyonunca kabul görmüş eserler
Orta sınıfın entelektüel olmayan fraksiyonlarınca benimsenmiş, ödüllerle taçlandırılmış, marka eserler
Sanat için para ödemeyenlerin sanatı. Kitle müziği.
Ara formların ortadan kalkmasıyla iki uç arasındaki aktarım kalmadı. Böylelikle sanat müziğini besleyen pınar da kurumuş oldu. Kendi kıt kaynaklarını çoktan tüketen sanat müziği, dayanaksız çıkışlar ve abartılı itaat gösterileriyle koflaştı, gücünü yitirdi. Öyle sanıyorum ki kolay kolay da ayağa kalkamayacak.
[Geçtiğimiz günlerde Sanat Deliorman’ın Açık Radyo için hazırladığı Dünyanın Cazı programına konuk olmuştum. Bu yazı, programda bana yöneltilen bir soruya verdiğim yanıtın gözden geçirilmiş, eli yüzü düzgün halidir. Programı merak edenler na şuradan dinleyebilirler.]